16 Mayıs 2012 Çarşamba

Yazarlardan Seçmeler

HALİDE EDİP ADIVAR


1882'de İstanbul’da doğdu. 9 Ocak 1964’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. 1901'de Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde mezun oldu. 
Öğretmenleri arasında Rıza Tevfik Bölükbaşı ile sonradan evlendiği ve ilk kocası olan Salih Zeki de vardı. İlk yazıları "Halide Salih" takma adıyla Tanin gazetesinde yayınlandı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. Gericilerin tepkisinden çekindiği için 31 Mart Olayı’nda çocuklarıyla birlikte Mısır’a gitti. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra yurda döndü. 1909'dan sonra öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Kadınların toplumsal yaşama katılması ve eğitilmesi için çalışan Teâli-i Nisvan Cemiyeti’ni kurdu. 1912’de kurulan Türk Ocağı’na katıldı. 1919'da Wilson Prensipleri Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı. Aynı yıl İzmir'in Yunan ordusu tarafından işgal edilmesini protesto için Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen mitingde yaptığı etkili konuşma büyük yankı uyandırdı. Hakkında soruşturma açılınca, 1917'de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar birlikte Anadolu'ya geçerek Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Çeşitli cepheleri dolaştı, Mehmetçiklere moral ve destek verdi. Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi. 

Savaş sürerken Atatürk ile siyasi görüş ayrılığına düştü. 1917’de Adnan Adıvar ile birlikte yurtdışına çıktı. Fransa ve İngiltere’de yaşadı. Amerika’da Columbia Üniversitesi, Hindistan’da Delhi İslam Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. 1939’da Türkiye’ye döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu. 1950’de milletvekili seçildi. 4 yıl sonra tekrar üniversiteye döndü. Ölümüne kadar kürsü başkanlığı görevini sürdürdü. 1910'da yayınlanan ilk romanı "Seviye Talip" ile 1911'de yayınlanan ilk öykü kitabı "Harap Mabetler" edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılandı. Romanlarının kadınları, Batılı bir anlayışla idealize edilmiş, güçlü ve kültürlü kadınlardı. Kahramanlarının kişiliklerine, ruh yapılarına ve davranışlarına önem vererek bu özelliğiyle Türk romanında yeni bir adım attı. Kurtuluş Savaşı döneminde ulusçu, milli duyguları öne çıkaran roman veöyküler kaleme aldı. "Yeni Turan", ""Ateşten Gömlek" ve "Vurun Kahpeye" bu dönemin eserleridir. En tanınmış romanı "Sinekli Bakkal" yazarlığında olgunluk dönemini gösterir. Bu romanda Sinekli Bakkal mahallesinde yaşayan insanlar, aydınlar ve saray çevresi gibi 2'nci Abdülhamit döneminin farklı toplum kesimleri canlandırılır. Bu romanın yazıldığı yıllarda Türkiye bağımsız ve Batı yanlısı bir ülke olmayı tercih etmişti. Bir yandan da Tanzimattan beri süren Batı-Doğu çatışmasından kurtulamamıştı. Halide Edip, "Sinekli Bakkal"da Doğu'nun değerlerini bulup çıkarmak, Batı'nın karşısına koymak amacındadır. Roman "roman yanıyla zayıf olmakla" eleştirildi. Halide Edip'in ingilizce yazılmış incelemeleri de var.

ROMAN: 
Heyula (1908) 
Raik’in Annesi (1909) 
Seviye Talip (1910) 
Handan (1912) 
Yeni Turan (1912) 
Son Eseri (1913) 
Mev’ud Hüküm (1918) 
Ateşten Gömlek (1923) 
Vurun Kahpeye (1923) 
Kalp Ağrısı (1924) 
Zeyno’nun Oğlu (1928) 
Sinekli Bakkal (1936) 
Yolpalas Cinayeti (1937) 
Tatarcık (1939) 
Sonsuz Panayır (1946) 
Döner Ayna (1954) 
Akile Hanım Sokağı (1958) 
Kerim Ustanın Oğlu (1958) 
Sevda Sokağı Komedyası (1959) 
Çaresaz (1961) 
Hayat Parçaları (1963) 

ÖYKÜ: 
İzmir’den Bursa’ya (Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Mehmet Asım Us ile birlikte, 1922) 
Harap Mabetler (1911) 
Dağa Çıkan Kurt (1922) 

OYUN: 
Kenan Çobanları (1916) 
Maske ve Ruh (1945) 

ANI: 
Türkün Ateşle İmtihanı (1962) 
Mor Salkımlı Ev (1963)

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Pembe Kitaplık'tan

ŞEKER PORTAKALI

KİTABIN ÖZETİ:
Zeze fakir bir ailenin ince ruhlu , zeki ancak anlaşılamamış, yaramaz bir çocuktur. Erken yaşta kendi kendine okumayı öğrenir, hayatın içine gerçeklerine daha erken atılır. Babası işsizdir. Annesi geç saatlere kadar çalışmaktadır. Okula başlayıncaya kadar geçen zamanda ablası ve küçük kardeşi ile evde yaşadıkları anlatılır. Zeze, diğer öğretmene hemen hemen tüm öğrenciler çiçek getirirken kendi öğretmenine kimsenin çiçek getirmediğini fark eder. Parası olmadığı için bir bahçeden çiçekleri gizlice toplar ve her sabah erkenden öğretmenin masasına bırakır. Ancak bir süre sonra yakalanır. Yaptığının hırsızlık olduğunu söylerler ve onu cezalandırırlar. 
İnce ruhunun yanında yaramaz olan Zeze’nin eline eski bir çorap geçer. Tıpkı yılana benzemesi onda muzur bir fikir uyandırır. Bir ucuna ip bağlar, ağacın üstünden geçirir ve saklanıp avını bekler. Annesinin arkadaşını korkutur ve dayakla cezalandırılır. 
Bir gün okula gitmek istemez. Bir Kiliseye gider oradaki mumları uçurtmasının ipine süreceğini söyleyerek papazdan alır ve Kilisenin girişine mumları sürer. Yine annesinin bir arkadaşı Zeze’nin kurbanı olur, kayarak düşer. Zeze yine yakalanır, cezalandırılır. 
Zeze Noel’de babasının kendisine bir şey almadığına söylenmesini babasının duyduğunu fark edince çok üzülür, tüm gün babasına sigara alacak parayı biriktirmek için ayakkabı boyacılığı yapar. 
Yine okuldan kaçtığı bir gün sokakta müzik parçaları yazılı afişler satan bir adamla tanışır, yanında çalışmaya başlar. Bu sırada öğrendiği parçalardan birini babasını üzgün gördüğü bir gün söylemek ister. Babası Zeze’nin ilk cümlesine bir tokatla karşılık verir. “Devam et” der. Zeze devam eder. İkinci bir tokat daha gelir. Zeze söylediği şarkının sözlerinin anlamını bilmez. Babasının niçin sinirlendiğini de anlamaz. Zeze’nin gözlerinden yaşlar gelmeye başlar, babası çok sinirlenmiştir. Kemerini eline alır, Zeze’yi fena halde döver. Zeze buhran içindedir ve onu kimse anlamamaktadır. Bu nedenler onu bir portakal ağacı fidanı ile dost olmaya iter. Dertlerini bu fidanla paylaşır. Manuel Valenderes ise Zeze’nin dertlerini paylaştığı, orta yaşın üstünde bir dostudur. Belki de Zeze’yi anlayan tek yetişkindir. Zeze ona öylesine bağlanmıştır ki ona kendini evlatlık olarak alıp almayacağını sorar. Bu dostunun arabasıyla tren raylarının arasında parçalanması Zeze’yi karamsarlığa iter. 
Hikayenin sonunda babası iş bulmuştur ve Zeze’ye artık hayatlarının düzene gireceğini söyler. Ancak Valanderes ölmüş, Şeker Portakalı fidanı da kesilmiştir. Zeze için artık her şey bitmiştir. 
Hikaye “Olup bitenleri çocuklara niçin anlatmalı?” sorusu ile biter. Zeze’ye gerçekler çok erken anlatılmıştır. 

Yazarı :José Mauro de Vasconcelos 

Pembe Kitaplık'tan

SUÇ VE CEZA

KİTABIN ÖZETİ:
 Dört aydır evin kirasını verememişti. Evin sahibi onu mahkemeye verecekti. Uzun süreden beri hasta olmasına rağmen yaşlı Teteri kadının evine gidebilirdi. Daha önceki yüksüğe 1.5 Ruble veren kadın yeni getirdiği saate baktı ve “1.5 Ruble” dedi. Raskonikov kabul etmek zorundaydı çünkü kata çıkana kadar kimseyle karşılaşmamıştı. Yaşlı kadın, kız kardeşi ile beraber kalıyordu evde. Çok zengin olmasına rağmen, kız kardeşi hiç miras bırakmayacaktı. Kız kardeşini çoğu zaman döver, onun her işini takip etmesi gerektiğini düşünürdü.
 Raskolnikov 1.5 Rubleyi aldı ve dışarı çıkıp bir meyhaneye gitti. Marmeladov yan masada oturuyor olmasına rağmen taşınıp sohbet etmekten kendini almamıştı. Marmeladov eşini çok seviyordu ve üç çocuğunu da; ama çok içyordu. O kadar ki ailenin geçimi için Sonya fahişelik yapmak zorunda kalmıştı. “Ne kadar fedakar bir kız bu Sonya” diye düşünmekten kendini almamıştı. Raskolnikov Marmeladov ‘un evine gittiklerinde eşi haykırışla onları yumruklamaya başladı. Hep içiyordu ve evdeki 20 Rubleyi götürüp içkiye vermişti. Marmeladov Raskolnikov cebindeki 50 Kapik’i oraya bırakarak uzaklaştı. Eve geldi, yorgundu. Nastasya bir mektup getirdi. Raskolnikov heyecanla okumaya başladı mektubu. Annesinden gelmişti mektup. Annesi kız kardeşi Dunya’dan bahsediyordu. Dunya, Luzhin adında çift memurluğu olan 45 yaşındaki biriyle evlenecekti. Hem Luzhin onların eşyalarıyla beraber Petersbur’ga gelmesi için yardım edecek, gelmelerini sağlayacaktı. Annesi, 60 mil ötedeki tren yoluna gitmek için bir araba ayarladığını, trende ise 3 ncü sınıfta güzel bir yolculuk yaptıktan sonra Petersburg’a gideceklerini ve onu çok özlediğini yazıyordu.
Raskolnikov “Bu evlilik olmayacak” diye düşündü. Dışarı çıktı ve birkaç saat dolaştıktan sonra yorgun düşüp bir yerde uyukladı. Kötü bir rüya gördükten sonra uyandı. Eve gitti. Saat 7’ye yaklaşıyordu. Saat uygundu. Aşağıdaki baltayı alacak kimseye gözükmeden yaşlı tefeci kadının evine gitti. İçeri girerken onu kimse görmemişti. 2 nci katta boya yapan adamlarda onu yukarı çıkarken görmemişlerdi.
 Tefeci kadının evine girdi ve ona bir kültablası uzattı. Kadın kültablasına bakarken baltayı kafasına indirmişti. Kadının ölü bedeni yerde yatıyordu. İçeri daldı ve dolaptan sadece rehin verilmiş, birkaç parça altını cebine aldı. Yaşlı kadının kız kardeşiyle içeride karşılaştı. Kızın şaşkın bakışları altında baltayla onu da öldürdü. Doğrusu bir kişinin toplumdaki binlerce kişinin refahı ve mutluluğu için ölmesinin bir zararı yoktu. Üstelik bu tefeci kadın çok kötü biriydi. Kapıda birkaç kişi kapıyı vuruyorlardı. Hiç evden çıkmayan tefeci kadının, çıkacağı tutmuştu. Raskolnikov titriyor, dışarı çıkıp her şeyi itiraf etmek istiyordu ama yapmadı. Dışardakilerden biri kapının içeriden sürgülü olduğunu fark etti. Yaşlı kadına bir şey olduğunun farkına vardılar. İki kişi Kapıcıyı çağırmak için aşağı indi. Bu kaçmak için tam fırsattı, Raskolnikov kapıyı açtı, hızla merdivenlerden inmeye başladı, aşağıdan gürültü gelmeye başlayınca Raskolnikov boyacıların dairesinin kapısının arkasına saklandı ve kapıcı ile üç adam yukarı çıkınca o da dışarı çıkıp değişik bir yoldan eve gitti. Baltayı aldığı yere bıraktı. Çok korkmuştu ve titriyordu. Aldığı mücevherleri ve kıymetli takıları dışarıda bir yerde saklamayı ihmal etmedi.
 “2 gün geçti hala uyanmadı” diye düşünüyordu Üniversite arkadaşı Razumikin. Doktor Zozimov hastalığı atıp kendisine geleceğini söylüyordu. Ama Raskolnikov uyanınca arkadaşını ve doktoru isteksiz bir vaziyette evden kovdu ve dışarı gidip bir bara oturdu. Eski gazeteleri okurken yanına gelen bir polis memuru melenkolik ve deli bir ruh haliyle cinayetten bahsedip, üstü kapalı her şeyi anlattı. Korktuğunu, endişelendiğini hiç hissettirmedi.
 Ertesi gün eve geldiğinde annesi ve kız kardeşi Dünya’ nın kendisini beklediklerini gördü. Çocuğun halini gören anne şaşkınlıkla titriyordu. Onu ertesi gün bay Luzbinin geleceği görüşmeye çağırırken korkmuştu. Ertesi gün bay Luzbin onları ziyaret etttiğinde, Raskolnikov haklı çıkmanın gururu ile gülüyordu. Bay Luzbin kız kardeşi çok aşağılamış, onların fakir bir aile olduğunu değerlendirerek fazla istekte bulununca evden kovulmuştu. Hemen ardından Raskolnikov “elveda” diyerek evden ayrıldı. İnanamıyordum. Annesi oğlunun bu tavırla doğrusu ağlamaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Raskolnikov melenkolik halde evi terkederken her nasılsa arkadaşı Ramuskin’e onları emanet etmeyi de ihmal etmemişti.
  Bay Marmeledov’un cenazesi için evine gittiğinde Sonya’da oradaydı Sonya’ya karşı inanılmaz bir his içindeydi. Ailesi için Sonya’nın yaptığı fedekarlık onun gözlerini büyülemişti. Birkaç gün boyunca Sonya’yı düşündü ve fırsat buldukça onunla konuşmaya çalışarak geçirdi vaktini.
Polis memuru porifiri Raskolnikov’un (Mihailovis adında genç biri cinayeti işlediğini itiraf etmiş olmasına rağmen) cinayet işlediğini biliyor ve onun psikolojik durumunu bildiği için, itiraf etmesi için onu sıkıştırıyor ama tutuklamayacağını söylüyordu. Cinayeti işlediğini Sonya’ya itiraf etmişti. Sonya’da Raskolnikov’a “gidip teslim olmasını, yere kapanıp Allah’tan ve insanlardan özür dilemesini” istiyordu.
  Sonuç olarak Raskolnikov vicdanının verdiği acıya dayanamayıp suçunu polise itiraf etti. 1.5 yıldır Sibirya’daydı Raskolnikov. Petersburg’ a, Razumukin ve kardeşi Dunya evlenmişlerdi. Mahkeme Raskolnikov’un iyi hali, parayı kullanmadığı, daha önceki yaşamında verimli bir üniversite öğrenimi yaptığı, fedakar kişiliği ve kendi kendine teslim olmasından dolayı, çok az bir cezayla 8 yıl kürek mahkumiyetine çarptırıldı. Raskolnikov’u Sonya her gün ziyaret ediyordu. Sibirya da ailesi ile sürekli mektuplaşan Sonya, Ramuzkin ve Dunya’nın tek haber kaynağıydı. Raskolnikov,Sonya’nın sevgisi ile hayata bağlandı ve geleceğin planlarını beraber hayal etmeye başladılar.

YAZARI HAKKINDA:
   1822’ de Moskova’ da doğdu. Koyu katolik olan bir ailenin oğludur.Babası doktordu.Hasta bir annesi vardı.Evleri  babasının çalıştığı hastanenin bitişiğindeydi.Ama babası onun dış dünyayla, özellikle hastahaneyle ilişki kurmasını yasaklamıştı.Dostoyevski bu yüzden içine kapanık bir çocuk olarak büyüdü. Annesi ölünce babası içkiye düştü, oğluyla da ilgilenmedi. On altı yaşına geldiği zaman Petersburg’ daki mühendis okuluna gönderildi. Okuldayken babasının bir cinayete kurban gittiğini öğrendi. Bir daha da onun adını ağzına almadı. Bu arada hayallerinin ürünlerini vermeye  başladı. Yarım  yaratılmış  insanların  hikayesi olan “ insancıklar “  adlı romanını yazdı. Bundan sonraki dönemlerde aydınlarla birlikte hareket etti. Çarı devirip yerine cumhuriyet yönetimini getirmek için yapılan hareketlere katıldı.En sonunda tevkif edildi. Önce ölüm cezasına çarptırıldı, kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgüne çevrildi. Çarın emriyle Sibirya’ ya kürek mahkumluğuna gönderildi. Omak kalesinde ayakları zincire bağlı olarak dört yıl kaldı. Bundan çok etkilendi, ruhunda silinmeyecek izler meydana geldi. Bunun sonucu olarak sara nöbetlerine tutuldu. 1859 yılında Petersburg’ a yeniden dönme izni çıktı. Geçimini sağlamak için durmadan yazdı.Eserlerinde güçlü psikolojik çözümlemeler vardır.İnsan ruhunu kendi hayat tecrübelerini de katarak ustaca yansıtmasını bilmiştir.Çocukluğundan beri rüyalarını dolduran yoksul, merhamata layık, garip insanların romanlarını yazmaktan büyük zevk duyuyordu. Ölü Bir Evden Hatıralar,Ev Sahibesi, Budala , Karamazof Kardeşler, kumarbaz önemli eserleridir.

13 Mayıs 2012 Pazar

Yazarlardan Seçmeler-2

AFŞAR TİMUÇİN 
1939'da Manisa’nın Akhisar ilçesinde dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğrenim görürken 1967'de Kanada’ya gitti. Montreal üniversitesinin felsefe bölümünden mezun oldu. Yurda dönüşünde Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesinde Fransızca okutmanlığına Bölümündün. Aynı üniversite de doktorasını verdi. 1992’de profesörlüğe yükseldi. İstanbul’da Kavram Yayınlarının ve üç aylık Felsefe Dergisinin (ilk sayı Ekim-Aralık 1977) sahip ve yönetmenliğini yaptı. Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı'nda öğretim üyesi. Yazı alanında adını 1956'da Vatan gazetesinde yayınlanan "Heykel" adlı öyküsüyle duyurdu. Şiirleri ve yazıları Yelken, Ataç, Papirüs, Yeni Edebiyat, Varlık, Soyut, Yeni Ufuklar, Milliyet Sanat, Yazko Edebiyat gibi dergilerde yayınlandı. Toplumcu dünya görüşüne bağlı, öz ve biçim bakımından bütünleşmiş bir şiir anlayışı geliştirmeye çalıştı. "Tahir ile Zühre", "Leyla ile Mecnun", "Ferhat ile Şirin", "Arzu ile Kamber", "Güllü ile Hamza" isimli halk öykülerini destan biçiminde yeniden yazarak 1969'da "Destanlar" ismiyle kitaplaştırdı. Felsefeyle ilgili kitaplarının yanısıra öykü ve deneme kitapları da yayınladı. 


ESERLERİ 

ŞİİR: 
Çöl (1968) 
Destanlar (1969) 
Böyle Söylenmeli Bizim Türkümüz (1974) 
Savaşçı Türküleri (1980) 
Ey Benim Güzel Sevdalım (1984) 
Bu Sevda Böyle Gider (1992) 
Akşam Türküleri (1996) 

ANTOLOJİ: 
Wietnam Şiiri (A. Kadir ile birlikte, 1984) 
Filistin Şiiri (1974-1983) 
Portekiz Sömürgeleri Şiiri (1975) 

ROMAN: 
Yarına Başlamak (1975, 1977) 
Gece Gelen Eski Dost (1980, 1983) 
Kıyılar Durunca (1983) 

ÖYKÜ: 
Denizli Pencere (1981) 
Neden Bazı Akşamlar (1985) 

FELSEFE-ARAŞTIRMA: 
Aristoteles Felsefesi (1976) 
Descartes Felsefesine Giriş (1980) 
Niçin Yapısalcılık Değil (1984) 
Gerçekçi Düşüncenin Kaynakları (1984) 
Gerçekçi Düşüncenin Gelişimi (1986) 
Estetik (1987)

Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/13396-afsar-timucin-afsar-timucin-kimdir-afsar-timucin-hakkinda.html#ixzz1um2DuJXX